Web Tasarım Ankara

 Davranış, duyguyu izler gibi görünmekte ise de gerçekte,

Davranış ile duygu beraber gider.

Bilincin daha çok etkisi altında bulunan davranışı düzenlersek,

Gerçekte öyle olmayan duyguyu da dolayısıyla düzenleyebiliriz.

William James

 

Duygu dağarcığımızı tanıyalım.

Duygu sözlük anlamıyla tarif edersek, Nesnel gerçekliğin insan bilincine yansımasının özel bir biçimidir. İnsanların yaşamsal faaliyetlerini olumlu ya da olumsuz yönde etkiler. Olumlu duygularımızın yansımaları hayata tutunma gücümüzü körükler ve çalışma enerjimizi çoğu zaman tavan yaptırır. Olumsuz duygularımızın yansımaları ise yüreğimizi karanlığa sürüklerken hayata bakışımızı sönükleştirir. Hislerimizin dümen suyuna gidersek yaşadıklarımız inişli çıkışlı duyguları ortaya çıkarır. Ve oyuncu yaşadıklarına karşı verdiği tepkileri hafızasında biriktirdiği hislerinden alır.

Bilincimizde biriken hisleri bazen ayrıştırmakta zorlanıp adlandıramıyor olsak da hislerimiz hissettiklerimizin her zaman farkındadır. Duygularını gizlemeye çalışan insanların duygusuz tepkileri dahi suretimize yansıyan duygu biçimidir.

Duyguların gücü ve kuvveti bazen görünür şekilde yansımasa da bilincimize açık bir veri şeklinde yansıyan hislerimiz halde bazı şeylerin kavranmasını, görünenin ve söylenenin ötesinin sezilmesini hatta ötelerin ötesinin sezilmesini sağlar. Adlandırılamayan ya da fark edilmeyen duyguları çözemediğimiz bir anda sezilerimiz ipuçlarını yakalar. Duygular kayıp denizlerde insanın en önemli pusulasıdır. Nasıl davranmamız gerektiğini ve yaptığımızın doğru ya da yanlış olduğu konusunda bizlere eşlik eder. Duygular sezgilerimizin sağladığı renkleri yüreğimize taşır ve o renkler yaşantımıza anlam katan iç dünyamızı yansıtır.

Bu renkleri birbirine karıştırmadığımız sürece bir sıkıntı yaşamayız ama renkler birbirine karıştığı an yaşamımızı alt üst edebilir. Duygular sezgilerimiz sayesinde sürekli düşüncelerimizden etkilenir tıpkı düşüncelerimizin duygularımızdan etkilendiği gibi. Duygularımın sezgilerimle iç içe olduğu geçmişe dair yaşanmışlık hikayemde bu bahsettiğim ilişkileri çok açık göreceksiniz.

 

Asıl hırsız İstanbul…

Eminönü iskelesinden kalkan vapurun güvertesinde elimdeki kenarı altın yaldızlı çay bardağından yudumlar alırken İstanbul’a hüzünlü bakışlar atardım. Adını sonradan öğrendiğim Sadri amca. Evlat bu güne kadar sayısız kadına aşık oldum ama hiçbiri bu İstanbul’a olan aşkım kadar uzun sürmedi dediğinde tebessümle, aşk ve İstanbul… Evlat Aşık oldun mu İstanbul gibi bir kıza aşık olmalısın çünkü yıllar geçse de ne aşkı nede kendi yaşlanacak. Sen ömür törpüsünde hırpalanırken o karşında en işveli tebessümüyle halicin sularında gerdan kıracak… Sadri amca siyah beyaz film karelerinden fırlamışçasına o güzel Türkçesiyle konuşmaya devam ediyordu.

Bugüne kadar sayısız kadınla aşk yaşadım ve onlar beni ben onları terk ettim, ama bu İstanbul var ya işte bir onu terk edemedim.., Yüreğim ne zaman daralsa, sevdayla başım ne zaman derde düşse Eminönü’nden kalkan bu geminin güvertesine çıkarım ve İstanbul’uma göz kırparım, O da her zamanki çapkın edasıyla gülümseyiverir… Sadri amca bir anda susup parmağını bulutlara çevirerek bir şeyi göstermeye çalışıyordu: Bak evlat işte şimdi olduğu gibi gülümseyiveriyor… Yaşlı parmakları titreyerek aşağı inerken işaret ettiği yerde Ayasofya’nın heybetli görüntüsü ve hemen arkasına saklanmaya çalışan güneşin elvedası…

Güneşin kızıllığı Sadri amcanın omuzlarına sarılmış veda ediyordu… Ceketinin iç cebinden çıkardığı kenarları tırtıklı küçük resmi bana uzatıp bak bu torunum Ali kemal… Uzattığı Resimde el sallayan bir kadın ve küçük bir çocuk vardı… Resimdeki hanım kızınız mı diye sorduğumda duymamış gibi bak işte bu resmi şurada çektirmişlerdi.. Gösterdiği yer güneşin vedasıyla öpüşen Ayasofya’ydı... Gözleri ufukta kaybolmuşçasına ayağa kalktı ve bir anda kayboldu…

Sadri amca az önce bir nefes kadar yanımdaydı ama şimdi cismi buradayken ruhu gözlerinin karanlığında kaybolmuştu sanki… Koca kentin kızıllığı içerisinde bir toz tanesiymiş gibi sessizce uçuverdi yanımdan… Hüzün kokan Düşüncelerimin arasına birde Sadri amcanın kaybolan bakışları girivermişti… İçimden bir ses Sadri amcayla konuş her ne olursa konuş diyordu… Sadri amca diye seslendim duymadı, sırtına yüklediği dertler nedeniyle düşen omuzlarına dokundum, Sadri amca Yakında askere gideceğim diyerek başladım söze. Gözlerim gökyüzünde çığlık atan martıların kanadında havalanırken seslendim Sadri amca dedim biliyor musun? Askerde en çok özleyeceğim şey İstanbul olacak çünkü ben de senin gibi aşığım ona… Çocukluğum tiyatro turneleri yüzünden hep defasında İstanbul’a veda etmekle geçti, ailem göçebe kuşlar misali oradan oraya göç etmek için bu şehirden vazgeçerdi. Vazgeçişlerimiz sayesinde başka şehirlerin cazibesiyle tanışırdım. Bu sayede her sene onlarca şehrin koynunda uyanıyor olsam da Gözlerim İstanbul’u arardı. Ve tiyatro sezonu bittimi tilki misali kürkçü dükkânımız İstanbul’a dönerdik… Sadri amca gözlerini martıların kanatlarına yüklerken: Çocuk her bir vazgeçiş yeni bir başlangıçtır ve bizler çoğu zaman yeniden başlayacak gücü kendimizde bulamadığımız için bu vazgeçişlerden vazgeçeriz.

Ayağa kalktım ve boğazın serin sularına haykırırcasına: Sadri amca ben bu İstanbul’un en çok yaldızlı gecelerini sevmişimdir… Her gece bir hırsız gibi ansızın giriverdik İstanbul’un koynuna… Sokak lambalarına sığınan kelebeklerin kanat çırpınışlarında yolumu bulmaya çalışırken parmak uçlarında yürüyen bir hırsız misali sessizce giriveriyorduk İstanbul’un koynuna…

Sadri amca boğazın soğuk sularına dalan karanlık gözleriyle yanı başıma gelmiş: Evlat asıl hırsız İstanbul, asıl hırsız İstanbul…

Sadri amca mimiklerinde büyüttüğü titrek bakışlarıyla Ayasofya ya öfke kusuyordu adeta… Nasıl yani Sadri amca İstanbul hırsız… Çocuk dedi sustu ve hiç konuşmadan sessizce yanımdan uzaklaştı...

Elimde kenarı tırtıklı resimde el sallayan ali kemal öylece bakıyordu bana. Sonra elimi kaldırdım Sadri amca resmin… Avuçlarımdaki ali kemal ve ben öylece kalıvermiştik…

Sadri amca diye bağırdım arkasından, resmin bende kaldı diyerek koşturuverdim. Önce merdivenler sonra koridorlar benden önce koşuverdi sonra geminin beyaz duvarları Sadri amcanın gölgesini alıvermişti içine.

Sadri amca bir masal kahramanı gibi kayboluverdi boğazın hırçın sularında. Tahta koltukların üstünde tur atan güvertenin karnı aç kaçak yolcuları martılar çığlıklarıyla veda ediyordu Sadri amcaya. Düşüncelerim ipliği kopan tespih taneleri gibi dağılırken boğazın hırçın dalgalarına kulağımda bir çığlık feryad ediyordu…

Evlat asıl hırsız İstanbul...

 

Duygular genellikle hikâyemde olduğu gibi her nefeste iç içe yaşanır.

Sadece bugünle alakalı uyaranları anları içermez genellikle dünü, bugünü yarını da içinde taşır. Oyuncu adayları bu uyaranların farkına varmadan, duyguların dış görünüşüne önem verdiği için duyguların derinine inmeden kendini sonuca teslim ediyor. Duygular oyuncunun sahne yaşamına yön veren en güçlü özelliktir. İnsanlar bu duyguların özelliklerine göre karakterinin hangi koşullarda yaşadığını sezgilerinin süzgecinde değerlendirmeli ve rolünün sahnede sürecek olan yaşamına doğru bir yön vermelidir. Oyuncular duygularını hissedebilmek için her insanda var olan biyolojik bir donanıma sahiptir. Duyguların nasıl yaşanacağını, hangi davranışları etkin hale getireceğini, bir duyguya sezgilerinin nasıl eşlik edeceğine, duygunun ne kadarını ifade edilebileceğine o karakterin sosyal ve kültürel çevresi şekil vermektedir. Ancak bunlar bile tek başına karakterin duygularını belirleyici olmayabilir. Farklı biyolojik düzeneklerin işlemesiyle duygular yaşanır. Örneğin kişi heyecanlandığı zaman sempatik sinir sisteminin etkisiyle kalbi daha hızlı çalışmaya başlar. Duygular sezgilerin gayretiyle beynindeki sinir sisteminden gelen titreşimlerle bedenden bedene duygu geçişlerini sağlayabilir. Bir insanın yaşadığı duygu trafiğini karşısındaki kişinin farkına varması o duyguyu o titreşimleri hissetmesiyle başlar ve bu sayede o kişinin de davranışlarını etkiler. Hiçbir duygu onu tetikleyen bir unsur olmadığı sürece kendiliğinden ortaya çıkmaz. Duygular fark edilsin ya da edilmesin yaşanan süreçte derinlerden gelen minik darbelerle her zaman o anı tetikleyen bir sezgi mutlaka vardır. Lokantada garsonların yanlış veya eksik getirdiği yemek, Yoldan geçerken karşıdan gelen kör bir adamın bir anda yola çıkması, para üstü almayı unuttuğunuz an, vaktinde gelmeyen otobüs, sokak ortasında top oynayan çocuklar, bakışlar, davranışlar silsilesi içinde incir kabuğunu doldurmayacak minnacık meseleler dahi duygu yoğunluğumuzun patlamasına sebep olabilir.

Göründüğü gibi hayatın her evresinde bir insan ve duyguların yaşanmadığı bir yaşamın yokluğu tiyatro sahnesinde asla düşünülemez. O zaman sahnedeki rolü canlandıran kişi sahici olan duygularını gerçekten hissedip karakterinin hakkını duygularından yayılan gerçek titreşimlerle seyirciye hissettirmelidir.

 

 

 

 

“Delilik sandığınız şey, sadece duyuların fazla keskinleşmesidir.” “

Edgar Allan Poe

Duyu dağarcığımız tanıyalım.

Duyu; sözlük anlamıyla insanların ve hayvanların, dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneği.

Duyu organlarımız dış dünyadan gelen algıları beynimize gönderir ve oradan gelen mesajlar sayesinde birçok şeyi öğreniriz. Zihnimize deneme yanılma yöntemiyle paketleyip gönderdiğimiz o mesajları hafızamızda anılar kümesi halinde biriktiririz. Sahnede kullanmak istediğimiz zaman mimiklerimizi tetikleyen anılar arasından duygusal bir anıysa yüreğimizin titrediği bir olayı hatırlarız ve o durumun yaşandığı anda mimiklerimiz ne tepki verdiyse onu karakterimize uygularız. Örnek olarak Gardner Mckay’ın "Toyer" Türkçe adıyla "Kuklacı" adlı oyunu sahneye koyacaktım ve oyunun ana karakteri olan Peter rolünü canlandıracaktım. Oyun bir psikiyatrist ile seri katil Peter arasında geçen bir geceyi anlatıyor. Oyun içerisinde sayısız oyunlar yaşanırken, oyunculuk adına gerçekçiliğin tavan yapması sağlanırken, kişisel gözlemlerin ve önyargıların yanıltıcılığını, baskı altında bırakıldığında insanın kendi kişiliğinin karanlık yönlerini keşfedişini seyircilere hissettiriyor. Oyunun en kilit sahnesi umulmadık bir anda son sahnede ortaya çıkıyor ve psikiyatrisin içindeki katili ortaya çıkarmasıyla Peter’i ameliyat malzemeleriyle işkence yaparak öldürebilmesi sağlanıyor. Bu sahnede Peter iğneyle uyuşturuluyor ama bilinci açık ve yaşananları izliyor. Ve sinirlere dokunan işkence sahnesinde Peter Ölümle karşılaşıyor ve vücudunun sinir uçlarının tepkisini o sahnede sergilemesi gerekiyor. Bu sahneye uygun, duyularımı tetikleyen bir ölüm anını zihin dağarcığımdan çıkarmam gerekiyordu ve başımdan geçen ve duyularımı gümbür, gümbür tetikleyen bir anıyı hatırladım ve onu duyu dağarcığımdan çıkardım ve rolüme uyguladım.

 

 

Eski anılarımız, yeni umutlarımız olmalıdır.

Arsène HOUSSAYE

 

Betim benzim orta şeridin beyazlığına nazire yapıyordu…

1994 Yılında Ankara’da katılmış olduğum bir tiyatro festivalinde Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Sayın Melih gökçek tarafından çok güzel bir teklif almıştım ve bu sayede sevinçle İstanbul’a dönüyordum. O dönemde Bolu tüneli olmadığı için o ihtişamlı dağı geçmek için tek şeritlik yoldan gitmemiz gerekiyordu. Ben dağın iniş mesafesinin başladığı bir yerdeydim ve önümde bir kamyon hali itibariyle ağır şekilde gidiyordu, ben kontrollü bir şekilde arabamın burnunu çıkardım ve karşıdan gelen aracı kontrol ettim. Karşıdan yine bir kamyon geliyordu ve geçiş mesafesi solamama müsait olduğu için kamyonu geçtim ve karşımdaki kamyonun yokuş yukarı gelmesinden dolayı çok rahattım ve bana yetişmesi çok zordu. Ama ben böyle rahatken bir anda karşımdaki kamyonun arkasından bir aracın süratle çıktığını fark ettim. İkimizde aynı anda solama yapmıştık ve ben telaşlandım gaza bastım ama karşımdaki araçta sanırım benim gibi gaza bastı ve şimdi bile unutmadığım aklıma geldikçe nutkumun tutulmasını sağlayan acı bir korna sesi ve burun farkıyla kendi takip çizgimize geçtiğimiz o an. Ben kendi şeridime geçmiştim ama direksiyonu tutan ellerimin titremesiyle frene gaza basan ayağımın diz kısmından itibaren başlayan titremesini durduramıyordum. Arabamı kenara çektim durdum ve kendimi dinlediğim anda kalbimin yerinden çıkacak kadar hızlı attığını ayak ve kollarımın eklem yerlerinin titremesi durmuyordu. Ölüm enseme üflemiş ve ben o üflemenin etkisiyle uzunca bir süre arabada hareket edemez hale gelmiştim.

Ve ben sahnede oynayacağım Peter karakterinin bir şey yapamadığı ölüm sahnesinde sinirlerinin işkence sebebiyle boşalmasını sağlayacak olan anı işte bu yaşadığım bu anıdan arta kalan gözlerimin hislerime vermiş olduğu etkiyi sahneledim ve çok başarılı oldu.

Gözlerimiz ile çevremizdeki güzellikleri, çirkinlikleri algılayabiliriz. Bir çiçeğin veya gökkuşağının renklerini, hayata ve doğaya dair ne varsa duyu organlarımızın baş mihmandarı olan göz ile algılarız. Ben direksiyon başındayken gözlerim karşı arabanın mesafesini ölçüyordu ve ölüm o mesafenin ölçüsüyle orantılıydı çünkü daha önce böyle bir kaza gördüğüm için gözlerim beynimi sürekli kamçılıyordu ve ne yapmam gerektiğine dair emir bekliyordu. Ama sona yaklaştıkça işte şimdi arabayla çarpıştım ve öldüm sinyalleri sinir sistemimi felç ediyordu.

Tıpkı oyunda canlandırdığım Peter karakterinin doktor tarafından sinir sisteminin felç edilmesi gibi. Öncesinde yaşadığımız ya da anlatılanlarla öğrendiğimiz anıları didiklediğimiz zaman zihnimiz duyu organlarımızın arasından istediğimiz olanı hatırlayıveriyor. 

Duyuların davranış kontrolünde kullanımı hiyerarşik olduğu için birbirini tetiklemesi kaçınılmaz oluyor. Yani burnumuz tabaktaki bir kokuyu algıladığı zaman zihnimize mesaj gönderiyor bozuk ya da yenebilir emrini verebiliyor. Eğer ikna olmadıysak kaşığın ucuyla bir parçayla dilimize değdiriveriyoruz, aldığımız tadın şekline göre beynimiz ekşimiz ya da yenebilir emrini veriyor. Bunların hemen hepsi yaşanmışlıkların verdiği deneyimlerdir. İşte biz o deneyimleri sürekli diri tutarak duyularımızın kuvvetini sahnede kullanabiliriz.

 
Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...